Bugün 8 Mart… Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Kimileri için bir kutlama, kimileri içinse tarihten gelen bir hatırlatma. Aslında bu gün, geçmişin izlerini taşırken, geleceğe dair umutlarımızı da yeşerten bir dayanışma günü.
1857’de New York’ta daha iyi çalışma koşulları için greve çıkan kadın dokuma işçilerinin sesi, bugün hâlâ dünyanın dört bir yanında yankılanıyor. O gün başlayan mücadele, yalnızca daha iyi ücret ya da insanca çalışma şartları için değil, kadın emeğinin ve varlığının kabul edilmesi için de atılmış önemli bir adımdı. Peki, aradan geçen bunca zamana rağmen bugün nerede duruyoruz?
Kadınlar iş dünyasında, evde, sokakta ve hayatın her alanında büyük emek veriyor. Ancak hâlâ eşit ücret, adil çalışma koşulları ve toplumsal fırsat eşitliği gibi konular gündemimizde yer alıyor. Veriler de bunu doğruluyor: Dünya Ekonomik Forumu’nun 2024 Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’na göre, kadınlar erkeklere kıyasla ortalama %20-30 daha az maaş alıyor (WEF_GGGR_2024.pdf). Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, 2024 yılı itibarıyla Türkiye’de kadınların iş gücüne katılım oranı %31 civarında, bu oran erkeklerde ise %65’in üzerinde (TÜİK Kurumsal, 06.03.2025 tarihinde erişim sağlandı). Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) "Ev İşçiliğinin Türkiye'deki Görünümü: Kapsam, Boyut ve Sorunlar" başlıklı raporuna göre, kadınlar ev içi iş yükünün %75’ini üstleniyor ve bu görünmez emek çoğu zaman karşılıksız kalıyor (ILO, 2021).
İşte burada, kadınların toplumda nasıl daha adil bir yer edinebileceğini anlamak için önemli bir filozof olan Simone de Beauvoir’ın düşünceleri devreye giriyor. Beauvoir, İkinci Cins adlı eserinde, “Kadın doğulmaz, kadın olunur” diyerek, kadınlık kimliğinin biyolojik bir zorunluluk değil, toplumsal bir inşa olduğunu vurgular. Kadınlar, toplumda genellikle erkekle karşılaştırılan ve çoğu zaman "diğer" olarak tanımlanan varlıklardır. Kadının toplumda eşit bir şekilde yer alabilmesi, bu normların ve toplumsal yapının sorgulanmasına bağlıdır.
Beauvoir, kadınların sadece biyolojik farklılıkları nedeniyle değil, toplumsal yapılar ve değerlerle şekillendirildiğini savunur. Kadının özgürlüğü, ekonomik bağımsızlık, eğitim ve çalışma haklarına sahip olmasıyla mümkün olacaktır. Bu, sadece bireysel bir çaba değil, toplumsal yapıları dönüştüren bir devrimdir. Kadınların hayatın her alanında eşit haklara sahip olmaları, toplumdaki eşitsizliklerin sorgulanmasıyla ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür.
Judith Butler, kadınların ekonomik yaşamın her alanında daha aktif ve eşit bir şekilde yer alabilmesi için toplumsal yapının yeniden şekillendirilmesi gerektiğini savunur. Toplumsal yapı, kendiliğinden oluşmaz; aksine, toplumsal olaylar ve değişimler sonucunda yeni bir biçim kazanır. Bu nedenle, kadınların hayatın her alanında yer alabilmesi için aktif bir şekilde mücadele etmeleri önemlidir. Değişim, her zaman olumsuz sonuçlar doğurmaz; bazen büyük fırsatlar yaratır. Kadınların ekonomik bağımsızlıklarını kazanması yalnızca bireysel özgürlükleri için değil, aynı zamanda yerel kalkınma için de kritik bir rol oynar. Kadınların iş gücüne katılımı arttıkça, toplumların ekonomik canlılığı ve sürdürülebilir kalkınması sağlanabilir.
Velhasıl kadın hakları, insan haklarıdır. Daha özgür ve adil bir dünya hayali, ancak hep birlikte çaba gösterdiğimizde gerçeğe dönüşebilir. 8 Mart, sadece çiçeklerin verildiği bir gün olmamalı. Kadınların emeğini, katkılarını ve haklarını hatırlamak; daha eşit, daha adil bir gelecek için yan yana durabilmek hepimizin sorumluluğudur.