Çok değişik ortamlarda bulundum, değişik yerlerde yaşadım. İlginç durumlarla karşılaştım. Elbette insan olayın içindeyken pek ayırt edemiyor yaşadıklarını.
Karadeniz’de bir ilçede görev yapıyorum. Maviyle yeşilin arasındayım. Birlikte güzel çalışmalar yürüttüğümüz ilçenin milli eğitim müdürü, 24 Kasım Öğretmenler Gününde konuşma yapacağım, bana güzel bir metin yazabilir misin Hüsnü Bey, dedi. Olur, dedim. Öyle yanıt verdim ancak nasıl yapacaktım? Kendimi onun yerine koyup, onun ağzından ne söyleyebilirdim ki? Birkaç gün düşündüm. Düşünürken de boş durmadım, kendimi milli eğitim müdürü gibi görmeye başladım. Zaman da daralıyordu, sonunda başladım yazmaya. Öğrencilerin başarısızlığına yol açan pek çok etken olduğunu, altında yatan nedenleri bilmeden hemen onları yargılamamak gerektiğini, bazı öğrencilerin çok küçük yaşlarda ailesel sorunlarla baş etmeye çalıştığını, maddi sıkıntılarla boğuştuklarını, eğitimciler olarak bunları göz önünde bulundurmamız gerektiğini filan söyleyerek girdim yazıya. Ben o sırada yatılı lisedeydim. Parçalanmış ailelerden gelen çok sayıda öğrencimiz vardı. Hikâyelerini biliyordum. Annesini ya da babasını yitirmiş, ebeveyni tarafından terkedilmiş, anne-babası boşanmış veya yoksul çok sayıda öğrencimiz yüreğimizi burkuyordu. Çocuklarımız bu durumda olduğundan yatılı okul onlar için okuldan öte sıcak bir yuva, güvenli bir evdi. Yazarken o öğrencilerim geldi aklıma, gözlerim doldu, duygulandıkça yazdım, yazdıkça duygulandım. Öğretmenler günü konuşma metni, insanların yüreklerini dağlayacak bir hal almıştı. Metin bitince kendi kendime, adım Hüsnü ama yazdıklarım kötü, dedim. Acaba daha güzel şeylerden mi söz etseydim. Neyse, sonuçta içimden geldiği gibi yazdım, ayrıca bu makam ömrümde bir kez geçer elime, bari istediğim gibi bir müdür olayım, hem müdür bey de esaslı, samimi bir adam, bu konuşma uyar ona, dedim.
Öngördüğüm gibi çıktı, milli eğitim müdürümüz, valla tam benim kalbimden geçenleri anlatmışsın, ben yazsam kendimi bu kadar anlatamazdım, çok beğendim, teşekkür ederim, dedi.
Etkinlik için toplandık. İlçenin hemen hemen tüm öğretmenleri var, elbette kaymakam, savcı, kurum müdürleri de var koca salonda. Müdür bey başladı konuşmaya, baktım salon can kulağıyla dinliyor, kutlama gününde değil sanki yas evindeymişiz gibi bir hava oluştu, özellikle kadınlardan bazıları gözyaşlarını silmeye başladı. Müdür beyin sesi titriyordu. Ortamın etkisiyle benim de gözlerim doldu. Sanki konuşmayı ilk kez duyuyor gibiydim. Müdür bey de ne denli duygusal konuşuyor, ciğerimi deldi söyledikleri, dedim içimden.
Gözyaşlarım araya girmeseydi makamın hakkını daha iyi verecektim ama olsun müdürlük hevesimi aldım sonuçta.
Yıllar sonra İstanbul’dayım. Beyoğlu’nda İstiklal Caddesine bakan binada, bir akşam toplantısında, İstanbul’daki sorunları ve çözüm önerilerini anlatan bir konuşma yaptım. Tabii edebiyattan biraz anladığımdan konuşmanın akışına uygun şiirler filan da okudum. Sözlerim bitince dakikalarca alkışladılar. (Yazarlar biraz abartır, bazen de uydururlar ancak burada anlattıklarımda ikisi de yok.) Herkes kutlama için girdi sıraya. Bazıları kutluyor nerede görev yaptığımı öğrenmek istiyor, bazıları, Hüsnü Hocam, çocuğum için özel ders verebilir misiniz, diye soruyordu. Ben ders veririm ama ücret almam, dedim.
Aradan birkaç ay geçti. Yerel seçimler yaklaşıyordu. İstanbul’daki bir ilçe belediye başkanlığı için aday gösterilen tanıdığım biri, hocam meydanda bir seçim konuşması yapacağım, sen hazırlayabilir misin, diye sordu. Olur, dedim. Milli eğitim müdürlüğü makamından sonra belediye başkanlığı koltuğuna da oturacaktım.
Gözlerim kapalı kendimi kürsüde görüyor, karşımdaki binlerce insanı coşturacak cümleler tasarlıyordum. Aday konuşması yapmam gerekiyor ama ben daha ileriye gidip başkan konuşması hazırlayacağım. Elbette insan kendini başkan gibi düşününce aracın freni tutmuyor. Tam gaz gidiyorum, vaatleri, yapacaklarımı bir bir sıralıyorum. Yalnız verdiğim bazı sözler uyutmuyor beni. Bir sağa bir sola dönüyorum yatakta. Ülkenin her yerinde olduğu gibi İstanbul’da da yüz binlerce dar gelirli aile ve onların çocukları var. Yazıyorum, ilçedeki yoksul iki bin öğrencimize burs vereceğiz, yok olmaz, gerçekçi bulmayabilirler, acaba bin öğrenciye mi versek. Ya diyorum koskoca bütçesi var belediyenin, hazır başkanlık makamındayken ben iki bin çocuğumuza vereyim de gerisini onlar düşünsün. Yeni yeşil alanlar kazandırıyorum, güzel, ferah pırıl pırıl kütüphaneler açıyorum. Yine gözlerimi kapatıp düş kuruyorum, ben konuştukça binlerce yurttaş var güçleriyle alkışlıyor, herkes sevinçten birbirine sarılıyor. Dedim ya insan siyasete girince fren tutmuyor.
Birkaç gün uğraştım, güzel bir taslak hazırlayıp verdim başkan adayına. Hüsnü kardeşim, çok etkileyici bir konuşma olmuş ama bir yılda iki kütüphane yapacağız, demişsin, biz bir yılda temelini atabilirsek iyi, onu dört yılda yapacağız, diye düzeltsek, dedi. Ben taslak metni hazırladım siz istediğiniz gibi ekleme çıkartma yapabilirsiniz, dedim. Neyse seçimler bitti, bizim aday kazandı yarışı.
İstanbul’dan ayrıldım, Anadolu’ya yerleştim. İstanbul’u bıraktım ne var ki yan mesleğim bırakmadı beni. Ressam arkadaşım aradı, Beyoğlu’nda sergi açılışları varmış, konuşma hazırlayıverirsen çok mutlu olurum, dedi. Haydaaa. Yahu ben ne anlarım resimden, ne diyeceğim, dedim. Sen edebiyatçısın, bulursun bir şeyler, karşılığını verdi.
Milli eğitim müdürlüğü tamam, eğitimin içindeyiz bir biçimde hallettik. Belediye başkanlığı da tamam, sonuçta siyasete karşı ilgim var ama ressam gibi konuşmak nasıl olacak bilmiyorum. Oradayken ara sıra sergilere giderdim, İstiklal Caddesindeki Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezinde Prof. Dr. Kemal İskender’in resim okuma üzerine yaptığı konuşmalara katılıyordum. Resim yapma yeteneğim yok ancak değişik ressamların yapıtlarını görmek, hocayı dinlemek çok keyifliydi. Orada öğrendiklerimi katıp edebiyat ağırlıklı açılış konuşması hazırlayabilirdim. Cemal Süreya’nın “Kar” adlı şiiriyle giriş yaptım, Kemal Hocamdan öğrendiklerimi serpiştirdim, sonra Avni Arbaş’a ve Nâzım’ın “Avni’nin Atları” şiirine konuyu getirdim. Bunları yazarken ne oldu, elbette ben yine kendi kendimi havaya soktum, sanki elinden fırçasını hiç düşürmeyen altmış yıllık ressamdım. O an elimde malzeme olsa, Alberto Giacometti’den bile daha özgün yapıtlar ortaya koyardım gibi bir duygu sardı içimi. Öyle veya böyle sonuçta konuşmayı bitirdim. Yorucu oldu ama değdi. Ressam olmak kolay mı canım.
Milli eğitim müdürü, belediye başkanı oldum, ressam da oldum. Bunlardan hevesimi aldım almasına da aklım muhtarlıkta kaldı. Neden kimse benden muhtar konuşması istemiyor? Belki de konuşmak, muhtarlık yarışında sökmüyor da ondan gerek duymuyorlar. Doğru ya, muhtarlığı nasıl kazandın diye sormuştum bir arkadaşıma. Meğer seçimlere aylar öncesinden hazırlanmaya başlamış, yüze yakın tavuk beslemiş. Seçimden bir gün önce de köydeki her eve ikişer üçer tavuk dağıtmış, tavukları bırakırken de onlardan oy vermeleri için yemin almış. Al tavuğu ver yemini.
Tavuklar araya girmeseydi, kesin bir konuşma hazırlayıvermemi isterdi. O zaman çok heveslendiğim muhtarlığın tadına da varabilirdim. Öyle bir metin yazardım ki, sanki yüz yıldır muhtarlık yapan biri konuşuyor sanırdı köylüler. Onlara dış güçlerden söz ederdim, siz bilmiyorsunuz ama dış güçlerin de dış güçleri var, derdim. Şöyle bir afallatırdım onları, komşu köyler bizi kıskanıyor da derdim tabii, ardından bayrak inmez, ezan dinmez diye yazdım mı öyle bir coştururdum ki… Yoksa karıştırdım mı? Evet ya bu sözler başka seçimlerde kullanılıyordu. Neyse ne artık. Hele biri benden muhtarlık konuşması istesin, o zaman düşünürüz.
ALİ TURGAY KARAYEL