Evde çoluk çocuk çok, kalabalığız, gece oldu mu yan odalara çekilirdik, hele de kış oldu mu ısın ısınabilirsen. Odundan tasarruf yapacaksın. Evimizin beş odası vardı. Oturma odasında soba yanarsa orada anne baba yatar, sen soba yanmayan odadaysan kafanı sokacaksın çul yorganın altına, nefesinle ısınacaksın veya diğer kardeşin gelecek birbirinize sarılacaksınız. Gündüz ayrı üşüyorsun gece ayrı üşüyorsun.

O yıllarda yiyip içtiğin bütün ürün kendi yaptığındır. Bizler kahvaltı bilmeyiz, sabah oldu mu tarhana çorbası, ovmaç çorbası, kızılcık çorbası veya akşamdan artan yemek önümüze gelir sabah sofrasında. Çay ise yalnızca misafir gelince demlenirdi, ocak önüne bir gaz ocağı, üstüne koy demliği, altında pompala havayı oluversin mis gibi çay ama çok sevinme, sen çocuksun içemezsin büyükler içebilir, sen kapı dibinde oturacaksın, hiçbir söz söylemeyeceksin, ayak uzatamazsın dizini kırıp çökeceksin, boynun bükük beklersin acaba biri yarım bardak olsun bana da verir mi diye. Sürekli itilip kakılırsın.

O yıllarda evimizin en değerli yemeği baklalı makarnaydı. Evde yoğrulan köy hamuru ince ince kesilip suda kaynatılır. Barbunya fasulye haşlanıp arasına katılır, harika olur ama onu da her zaman bulamazsın. Ancak imece gelirse o zaman imecenin baş yemeğidir.

Haftada iki gün pazar kurulurdu İnebolu’da, tavuğun yumurtasını, ineğin sütünü, yoğurdunu çarşıya getirirler, onları satıp evin diğer ihtiyaçlarını alırlardı. Biz çocuğuz ya kendi malımızın hırsızı olurduk, süt tavamız kilitli dolapta dururdu, dolabı açık bulduğumda hemen tavanın üstünün kaymağını mideme indirirdim, dayak yiyeceğimi bile bile. Yumurta derseniz yine aynı, pek nadir yiyebilirdik. Et yemeğini kurban bayramından kurban bayramına görürdük. Köyden yalnızca bir-iki kişi kurbanlık kesip pay verirdi, bazen de köyde kaza geçiren hayvan olunca mundar gitmesin diye keserler, onu da uygun fiyattan komşulara paylaştırırlardı, bir de o zaman görürdük eti. Deniz kenti olmamıza rağmen balığı da hamsi zamanı görürdük. Balığın bol çıktığı zaman balıkçı gemileri limana demir atar, rıhtıma gelen garibanların hepsine bedava balık dağıtırlardı. Balıkçı tayfasının gözü çok tok oluyor, gemi rıhtımdan çekilene dek herkese poşet poşet poşet bedava balık verirlerdi, bu sayede gariban da balık yemiş olurdu.

Ayaklarımızdaki kara lastik ayakkabıya Tor lastik denirdi. Neden öyle söylenirdi, sonradan öğrendim. Meğer bu Samsun’da lastik ayakkabı fabrikasının adıymış. Üstümüze göynek, altımıza lastikli basma don giyerdik. Günlerden birinde Hüseyin dayımın evinin önünde onun çocuklarıyla oynuyoruz. Dayımın hanımı Zekiye yengeme Digözlü (Şimdiki Taşoluk köyü) yenge diyoruz. Bizim oralarda başka köyden alınan gelinlere o köyün ismiyle hitap ederler. Yengem pazardan gelmişti, biz çocuklar hep birlikte eve koşmuştuk. Yengem, benim yaşıtım olan kızı Rüveyda’ya entari diktirmiş basmadan. O yıllarda elbiseler hep terzilere diktirilirdi, hazır konfeksiyon pek yoktu. Rüveyda entariyi giydi hoplaya hoplaya seviniyor. Ben bu arada boynum bükük bakakalmışım. Digözlü yengem beni fark etmiş, elbiseyi kızının üzerinden çıkardı. Bana giydirdi, hadi git oğlum, dedi. Ben nasıl seviniyorum, bizim eve nasıl koşuyorum, adeta havalarda uçuyorum yeni entari giydim diye. Eve geldim bu sefer küçük kardeşim Müşerref görünce başladı ağlamaya, ben de isterim diyor tepiniyor, annem epey ter dökmüştü susturmak için tabii entariyi sonradan bir daha göremedim. Yerine geri gitmişti ama olsun, benim o günkü sevincim görülmeye değerdi. Onun için olsa gerek, benim dört dayım ve dört yengem vardı ama ben Digözlü yengemi hepsinden fazla severdim.

                                                                                                                ŞAKİR KABA

*Şakir KABA’nın yakında çıkacak “YORGANCI” adlı kitabından bir bölümü okurlarımıza sunuyoruz.