Mihalis köy köy gezerek kalaycılıktan geçimini sağlıyordu. İnebolu’da işinin en iyisi olduğu için müşterisi çoktu, hatta çoğu zaman kalaylamaya yetişemiyordu. Fazlasıyla da yoruluyor hep evine yorgun argın gidiyordu. Gittiği köylerde onu krallar gibi karşılıyorlar, kap kacak ne varsa ona kalaylatıyorlardı. Yemeğinden suyuna kadar hiçbir şeyini eksik etmiyorlardı.
Mihalis, eşi ve üç çocuğuyla birlikte annesine babasına da bakıyordu. İşleri iyi olduğundan maddi durumu oldukça iyiydi. O kadar yoğun çalışmasına, çok yorulmasına rağmen yanına çırak almayı ve onu yetiştirmeyi hiç istememişti. Çünkü hiç kimseye güvenmiyordu. Yanına aldığı çırağın hata yapacağını sonrasında insanların ona güvenmeyeceğini düşünüyordu.
Mihalis, bir akşam işini bitirdikten sonra eşeğine binmiş Erkistos’taki evine doğru gidiyordu. O gün, o kadar çok kalaylama yapmıştı ki yorgunluktan ölüyordu. Eve gidince tarhana çorbası içip hemen ocağın başında yatmayı planlıyordu. Evine yaklaştığı sırada göğsünde bir ağrı hissetti. Bir eliyle göğsünü ovalıyor, bir eliyle de eşeğin yularını tutuyordu. Zar zor evinin önüne ulaşabildi. Eşine seslendi “Hanım hele gel yanıma da tut beni” dedi. Eşi, telaşla koştu, bir eliyle eşeğin yularını bir eliyle de Mihalis’i tuttu, aşağıya indirdi. Koluna girerek yavaş adımlarla içeriye götürdü. Mihalis yemeğini yedikten sonra kendine geldi, ağrısı biraz daha azalmıştı. Daha önceden de buna benzer bir ağrı yaşamış ve artık korkmaya başlamıştı. O akşam annesi Simela ve babası Lazaros’un ısrarı sonrasında “Artık çok yoruluyorum, yanıma mutlaka bir çırak almalıyım!” diye karar aldı.
Sabahın ilk ışıklarıyla beraber Ibros’a kalaylama yapmak için yola çıktı. Ibros’ta ilk olarak daha önceden söz verdiği Cemal’in evine gitti. Cemal yıllar önce eşi Emine’yi salgın hastalıktan kaybetmiş, doğuştan ayağında hafif aksama olan oğlu Mehmet’le birlikte yaşıyordu.
Cemal’in yoğurt bakraçlarını kalaylarken bir yandan da koyu bir sohbet ediyorlardı. Mehmet onlara ayva yaprağından çay yapmış ikram etmişti. Cemal “Bu sakat oğlana kimse iş vermiyor” diye yakınıp duruyordu. Mihalis “Gelsin benimle çalışsın, zaten bir çırağa ihtiyacım var” dedi. Bu duruma Cemal’de Mehmet’te çok sevinmişti.
Mehmet Mihalis’in yanında çalışmaya başlamış kısa sürede işi kavramıştı. Mihalis kısa sürede işi öğrenen Mehmet’i çok sevdi, ona güvendi. Kafasındaki önyargı konusunda yanıldığını anlamıştı. Mehmet’in ayağındaki aksama nedeniyle çoğu zaman işe ve eve geç kalsalar da Mihalis bu durumu fazla dert etmiyordu.
Mihalis işi uzun sürecek kap kacakları gittiği köylerden topluyor, evinin önünde çalışarak kalaylıyordu. Daha sonra da o köylere giderek teslimatını yapıyordu. Mehmet’e “Yarın sabah erkenden bize gel de işleri hızlıca bitirelim” dedi. Mehmet ertesi gün sabah güneş doğmadan Erkistos’a Mihalis’in evine gitti. Mihalis “Mehmet gel önce tarhana çorbamızı içelim ondan sonra işe başlarız” dedi. Mihalis’in kızı İfigenia çorbaları taslara doldurdu, siniyle bahçeye doğru ilerlemeye başladı. Çorbaları dökmemek için bir yandan taslara bakıyor bir yandan da gelen misafir kimmiş diye merakla bahçeye doğru göz atıyordu.
Mehmet’in gözleri gelen çorbada olsa da utangaç bakışlarla bir yandan Mihalis’e bir yandan da çaktırmadan İfigenia’nın masmavi gözlerine bakıyordu. Mehmet uzun süre mavi gözlere bakakaldı. Sanki denizin maviliği gibi, sanki gökyüzünün sonsuzluğu gibi etkileyiciydi gözleri. Denizde yüzen bir balık gibi, gökyüzünden uçarak süzülen bir kuş gibi hissetmişti kendini. Sanki mavinin derinliklerinde huzuru bulmuştu…
İfigenia çorbayı, ekmeği bırakıp gitti. Giderken o da Mehmet’in bakışlarını fark etti, utanıp kafasını öne eğerek, hafif bir gülümsemeyle hızlıca içeriye girdi…
Mehmet o gün içinde oluşan garip duygu, huzur ve şaşkınlıkla işleri hızlıca halletti. Mihalis “Aferin evlat bugün işimizi bir hayli erken bitirdik sayende” dedi. Ona her zamankinden daha fazla haftalık verdi, çünkü hak etmişti.
Mehmet, işini bitirmiş akşam karanlığında evine yürürken halen daha o masmavi gözlerin etkisinden çıkamamıştı. Ustasının evinden uzaklaşıp kendi evine doğru yaklaştıkça içi bir garip oluyor ve gözleri doluyordu. Hayatında böyle bir duyguyu daha önce hiç yaşamamıştı. Ona hiç kimse bu şekilde gülümsememişti, böyle bakmamıştı. Ufacık bir gülümseme, bakış onu çok etkilemişti.
Gece boyunca neredeyse hiç uyuyamadı. Uyumaması hem o garip duygudan hem de çaresizliktendi. Çünkü o bir Rum kızıydı. Bir Rum ile Türk’ün evlenmesi olmazdı, imkânsızdı. Böyle bir evliliğe kimse izin vermezdi. Hem onu gavur kızı aldın diye dışlarlardı. Bir ayağı da sakattı, sakat biriyle o güzel kızın ne işi vardı? Ayrıca ustasının kızıydı. Ona sahip çıkan, ona ekmek veren ustasının kızına farklı gözle bakamazdı, ihanet etmiş olurdu…
Mehmet günlerdir garip duygular eşliğinde çalıştı. Ustasının onu tekrar evin oraya çalışmaya çağıracağı günü bekliyordu. Ustası “Mehmet yarın bir yere gitmiyoruz, benim evin orada kalaylama yapacağız” demesiyle Mehmet çocuklar gibi mutlu olmuştu. Heyecandan eli ayağına dolaşmış elindeki kapları yere düşürmüştü. Ustası sinirlense de aldırmıyordu. Mutluydu, çünkü ona masmavi gözleriyle bakan, gülümseyen İfigenia’yı görecekti.
Sabahın ilk ışıklarında yola koyuldu, hızlı adımlarla yürüyerek ustasının evine gitti. Mihalis’in eşeğiyle bir yere gitmek için hazırlandığını gördü. “Ustam hayırdır bugün bir yere mi gideceğiz?” diye sordu. Mihalis “Yaşlı bir amcamızın evine kadar gidip geleceğim. Sen beni burada bekle, hiçbir şeye dokunma” diyerek tembihledi. Kızına da seslenerek “Mehmet’e çorba verin, ben gelene kadar karnını doyursun” dedi. Mehmet bir yandan kalaylanacak kap kacaklara bakarak zaman geçirmeye çalışıyor, bir yandan da İfigenia’yı görmeyi ümit ediyordu. Kapı açıldı, İfigenia elinde bir tas çorba ve ekmekle Mehmet’in yanına geldi. Utangaç bakışlarla Mehmet’e “Hoş geldiniz” dedi. Mehmet utanmış vaziyette hiçbir söz söylemeden İfigenia’nın elinden çorbayla ekmeği aldı. Heyecandan ve utanmaktan iştahı kaçmıştı. İştahı kaçtı ama ayıp olmasın diye de çorbasını hızlıca bitirdi. Mehmet ustasının gelmesini bekliyor, bir yandan da canı sıkılmaya başlamıştı. Sıkıntıdan evin etrafında dolaşmaya başladı. Meraklı gözlerle evin etrafını gezerken ahırın önünde İfigenia’yı ineği sağarken gördü. İfigenia yan durduğu için Mehmet’i fark etmemişti. Mehmet kıpırdamadan İfigenia’yı izliyordu. Uzun kumral saçları, masmavi gözleri, üzerindeki uzun elbisesi o kadar güzeldi ki bakmaya doyamıyordu. Sanki dünyanın en güzel manzarasını izliyordu. Masmavi deniz, yemyeşil orman, berrak akarsular, papatyalar, mis kokulu nergisler dahi bu huzuru veremezdi. Ona bakarak hayal kurmak, hayalin içinde huzuru bulmak, sevgiyi, aşkı tatmak hoşuna gitmişti…
Mehmet tüm cesaretini toplayarak İfigenia’nın yanına gitti. Sesi heyecandan titreyerek “Kolay gelsin” dedi. İfigenia başını kaldırdı, hafif gülümseyerek “Bana yardım eder misin? Şu süt güğümlerini içeri anneme götürüver”. Mehmet hemen hızlıca hareket ederek güğümleri içeri götürdü, geri geldi. Mehmet hiç ses etmeden İfigenia’yı izliyordu. Onun her hareketini gözünü dahi kırpmadan izledi. İçindeki ses onunla sohbet etmesini söylese de Mehmet utanmaktan konuşacak bir konu bulamıyordu. Ondan hoşlandığını, onu sevdiğini, ona bakarak huzuru bulduğunu söylemek istese de cesaret edememişti. Ustası yakında gelecekti. Konuşmak için bir daha böyle fırsat bulamayacaktı. Konuşursa, içindekileri dökerse belki kaderi değişecekti. Kaderini değiştirmek iki dudağının arasındaydı. İçindeki sese kulak verip hemen konuşmalıydı. Mehmet hiç beklenmedik bir anda ağacın altında görünen papatyaları göstererek “Bak papatyalar ne güzel açmış. Bunlardan yol boyunca dolu var. Bu papatyalar var ya senin kadar güzel değiller, sen tüm çiçeklerden daha güzelsin” dedi. Mehmet tüm bunları söylediğine kendi bile inanamamış olacak ki utancından nereye bakacağını şaşırmıştı. İfigenia gülümseyerek, Mehmet’in gözlerine bakakaldı. Mehmet şaşkınlıktan ne yapacağını bilememişti. İfigenia cebinden el işlemeli mendilini çıkardı, Mehmet’e uzattı. Mehmet utanarak mendili aldı. Dünyanın en mutlu insanı olmuştu. O anda arkadan ustasının sesini duydu “Mehmet neredesin?”. Mehmet hızlıca ustasının yanına gitti. O gün heyecandan mıdır nedir Mehmet’in eli ayağına dolaştı, elindekileri sürekli yere düşürüyordu. Ustası kızsa da aldırmadan çalıştı, günü bitirdi, evine döndü…
1920 yılının Ağustos ayıydı. Geriş Tepesi’nde bulunan Meryem Ana Manastırı’nda her sene Ortodoks Hıristiyan’lar panayır düzenliyorlardı. Mihalis Mehmet’i de götürmüştü panayıra. Hem orada yapılacak kalaylama işleri vardı hem de Mehmet’i misafir olarak davet etmişti. Erkistos’tan eşeğe yüklerini yüklediler. Mihalis’in yaşlı anne ve babası sabahın erken saatlerinde yola koyulmuşlardı. Yaşlı oldukları için yokuş yukarı dağ yolunda anca giderlerdi. Mihalis, eşi, çocukları ve Mehmet’le birlikte koyuldular yola. Mehmet bir yandan ustasının anlattıklarını dinliyor bir yandan da kimseye hissettirmeden İfigenia’yı takip ediyordu. İfigenia ona arada gülümsüyordu. O gülümsedikçe Mehmet’in içi kıpır kıpır oluyor, yüzü hafiften kızarıyordu…
Panayır çok kalabalıktı. Civar köylerden ve çarşıdan gelen Rumlar burada toplanmıştı. Vapurlarla diğer şehirlerden gelenler de olunca kalabalıktan iğne atsan yere düşmüyordu. Mihalis uzun süredir görmediği dostları ile sohbet ediyordu. Mehmet’e biraz mola vereceklerini söyledi. Mehmet tek başına panayır alanında dolaşırken bir yandan da gözleri İfigenia’yı arıyordu. İfigenia’yı arkadaşlarıyla bir kenarda sohbet ederken gördü. İfigenia’da onu fark etmişti. Mehmet cesaretini toplayarak, kimseye çaktırmadan ilerideki yolun oraya gelmesini işaret etti. Bir süre sonra İfigenia çekinerek, etrafta gören birileri var mı diye kontrol ederek yolun oraya gitti. Mehmet heyecanlı şekilde, titreyen ses tonuyla İfigenia’ya “Seni seviyorum, sende huzuru buldum” diyerek aşkını ilan etti. İfigenia kafasını öne eğerek ve gülümseyerek “Bende öyle” dedi. İkisi de birbirlerinin gözlerine hiç ayırmadan bakıyorlar, gülüyorlardı. Konuşarak, el ele tutuşarak yolda ilerlediler. Yolun iki tarafında da papatyalar vardı. İfigenia “Ben aslında nergis çiçeklerini daha çok severim. Onun kokusu beni mutlu ediyor. Keşke nergis çiçekleri açsaydı da toplasaydık” dedi. Mehmet “Nergis aralık ayında buralarda çok oluyor. Ben sana toplarım.” diyerek beklenmedik bir anda İfigenia’ya sarıldı. Artık hiçbir şey Mehmet’in umurunda değildi, kim görürse görsün, kim bilirse bilsin. Ben İfigenia ile evleneceğim, o benim karım olmalıydı. Din, ırk hiçbir konu önemli değildi. İkimizde aynı topraklarda doğduk, büyüdük. Kimse bizim aşkımıza engel olamaz…
İfigenia ve Mehmet bir süre daha yürüdükten sonra ayrı ayrı panayır alanına geri döndüler. Mehmet o gün çok fazla çalıştı, kalaylama işlerini hızlıca bitirdi. Akşam karanlığında hep beraber yorgun şekilde evlerine geri döndüler. Mehmet’te, İfigenia’da yorgundu ama mutluydular…
Mehmet günler geçtikçe içinde yanan aşk ateşini durduramıyordu. Aradan günler, haftalar hatta aylar geçti. Zaman geçtikçe içindeki sevda daha da çoğalıyordu. İfigenia ile bir yolunu buluyor, zaman zaman buluşuyorlardı. Bazen umutsuzluğa kapılıyor, sonra boş verip bu sevdadan vazgeçme kararı alıyordu. Fakat İfigenia’yı her gördüğünde bu kararından vazgeçiyor ve yeniden içi aşk ateşiyle yanıp tutuşuyordu…
Geceleri İfigenia’nın ona verdiği mendili kokluyor, onu yanında hissediyordu. Her an onu görmek, ona dokunmak istiyordu. Onunla evlenmek, onun gibi bakan, onun gibi güzel çocukları olmasını hayal ediyordu. En çokta bir oğlu olmasını istiyordu. Kendi gibi ayağı sakat olmasın, onu iyi yetiştirmeyi hayal ediyordu….
1921 yılında İnebolu’da bir hareketlilik vardı. 9 Haziran’da Yunan donanmaları şehri bombalamış ortalık karışmıştı. Bir yandan da İnebolu’ya yanaşan gemilerden denk kayıklarına cephaneler indiriliyor, oradan da kağnı arabalarıyla cepheye ulaştırılıyordu. Günler hatta aylar süren bir hareketlilik vardı…
Mehmet, kazandığı haftalıkla çarşıya kundura almak için gitti. Ee o kadar çalışıyordu artık kendine bir şeyler almalıydı. Bu zamana kadar da hiç kundurası olmamıştı, hep çarık giyerdi. İnebolu’da yaşanan hareketlilikten ve olaylardan köyde yaşadığı için ve çok çalıştığı için fazla haberi olmuyordu. Bir şeyler duyuyordu fakat ne olduğunu detaylı bilmiyordu. Kunduracıya sordu, neler oluyor, diye. Kunduracı vatan kurtuluşu için mücadele edildiğinden, İstanbul ve Rusya’dan gelen cephane, silahlardan bahsetti. Mehmet duydukları karşısında o kadar çok etkilenmişti ki kunduracıdan alışveriş yapmadan bir hışımla koşarak çıktı ve Yarbaşı Mevkii’ne gitti. Orada rütbeli bir kumandanla karşılaştı. “Kumandanım benim de vatan kurtuluşu için bir katkım olsun” dedi ve avucunda tuttuğu paraları uzattı, kumandana verdi. Kumandan çok şaşırarak Mehmet’in omzuna dokundu, sağ ol evlat diyerek paraları cepheye ulaştırmak üzere tutanakla teslim aldı. Mehmet’in ayağında aksama olduğu için onu askere almamışlardı. Vatan’ın kurtuluşu için bu şekilde destek olması onu çok mutlu etmişti…
İnebolu’da Türkler ve Rumlar yüzyıllardır beraber yaşıyorlardı, kimse kimseye karışmıyordu. Komşuluk ilişkileri çok kuvvetliydi. Paskalya’da Rumlar Türk komşularına soğan kabuğuyla kaynatılmış kırmızı renk olan yumurtalardan ve paskalya çöreğinden dağıtırlardı. Kurban Bayramı’nda da Türkler Rum komşularına et verirler, kavurma ikram ederlerdi. Dostça, kardeşçe yaşarlardı. Müslüman ve Ortodoks Hıristiyan olmaları onları ayırmıyordu. Ne de olsa sonuçta aynı topraklarda doğup, yaşayıp, ölüyorlardı. Ortak noktaları İnebolulu olmalarıydı. Fakat son günlerde yaşananlardan dolayı bazı tatsızlıklar çıkmaya başlamıştı. Yaşananlardan sonra bir kısım Rum aile İnebolu’dan göç etmeye başladılar. Geriş Tepesi’nde bulunan Meryem Ana Manastırı’ndaki papazlar 9 Haziran 1921’de yaşanan olaylardan sonra İnebolu’yu terk ettiler. Manastır ve kiliseler sahipsiz bırakıldı, şehri terk etmeyen birkaç papaz ise kiliselere sadece pazar günleri gitmeye başladılar…
Yıl 1922’nin Aralık ayıydı. Sonbahar bitmiş artık kış ayı geliyordu. Her tarafta nergis çiçekleri açmıştı. İnebolu’nun her tarafı nergis çiçeği kokuyordu. İnebolu’da o kadar çok nergis çiçeği vardı ki kokusundan ve görünüşünden etkilenmemek mümkün değildi…
Zaman geçtikçe Mehmet içinde yanıp tutuşan aşkına engel olamıyordu. Çok düşündükten sonra bir karar aldı. Tüm cesaretini toplayıp İfigenia’ya onunla evlenmek istediğini söyleyecekti. Kim karşı çıkarsa çıksın her şeyi göze almıştı. Babası evlatlıktan reddetse bile razıydı artık. Gerekirse birlikte kaçmayı dahi düşündü. Kafasında planlar yaptı, onunla daha fazla zaman kaybetmeden konuşması gerekiyordu. Bir gün ustası Mihalis’e babasının rahatsız olduğunu ve yarın işe gelemeyeceğini söyledi. Ustasına yalan söylemişti. Amacı ustası evden uzaklaşınca ve fırsatını bulunca İfigenia ile konuşmaktı. Kafasına koyduğunu yapmak için sabahın erken saatinde Ibros’taki evinden çıktı ve ustasının Erkistos’taki evinin yakına kadar geldi. Saklandığı ağaçların arkasında ustasının evden çıkıp gitmesini bekliyordu. O sırada etrafta bulunan nergis çiçekleri dikkatini çekti. Çiçekler çok güzel görünüyorlardı ve büyüleyici kokular saçıyorlardı. Çiçeklerin büyüsüne bıraktı kendini. Oysa her zaman gördüğü, kokusunu bildiği çiçeklerdi. Fakat bu sefer kokuları da görünüşleri de onu çok farklı etkilemişti. Hemen bir avuç dolusu kadar nergis çiçeği topladı. Bu güzel çiçekleri İfigenia’ya verecekti. Onun nergis çiçeklerini çok sevdiğini biliyordu.
Mihalis sabahın ilk ışıklarıyla birlikte evinden eşeğiyle beraber uzaklaştı gitti…
Mehmet, İfigenia’nın evden çıkıp yalnız kaldığı bir anı yakalamak için şahin gibi evin etrafını gözlüyordu. İfigenia, bir süre sonra evden çıktı ve tesadüfen Mehmet’in olduğu yöne doğru yürümeye başladı. Hem de tek başına ve etrafta başka hiç kimseler de yoktu. İfigenia ona yaklaştıkça Mehmet’i heyecan sarmıştı. Bir an önce karşısına çıkmak için cesaretlenmeye çalışıyordu. Mehmet tüm cesaretini toplayarak İfigenia’nin karşısına çıktı. Tek kelime etmeden elindeki nergis çiçeklerini İfigenia’ya uzattı. Mehmet’in yüzü kıpkırmızı olmuş adeta dili tutulmuş konuşamıyordu. İfigenia utangaç bakışlarıyla bir yandan nergis çiçeklerine bakıyor bir yandan da şaşkınlıktan kıpırdamadan duruyordu. İfigenia, bir süre sonra kendine geldi. Mehmet’in diyeceklerini tahmin etmişçesine Mehmet’e bu aşkın imkânsız olduğunu, boşuna umutlanmamaları gerektiğini söyledi. Bunları söylerken bir yandan sesi titriyor bir yandan da gözleri doluyordu. Rum kızı ve Türk erkeğin evlenmesi imkânsızdı. Birisi Müslüman, diğeri Ortodoks Hıristiyan’dı. Bu imkânsız bir aşktı. İfigenia kendisine uzatılan çiçekleri almadan hızla evine doğru koştu ve son defa Mehmet’e bakarak içeri girdi…
Mehmet artık ne yapacağını şaşırmış üzgün vaziyette köyüne doğru yürümeye başladı. Yüzü halen daha utancından kıpkırmızıydı ve bedeni de titriyordu. Yürürken bir karar aldı, bu sevdadan istemeden de olsa vazgeçecekti. Duygularına hakim olacak ve bu yaşananları unutacaktı. Bu imkansız aşkı kafasında bitirmeliydi. İfigenia’nın verdiği mendili yolun kenarında bulunan nergis çiçeklerinin üzerine attı. Hızlı adımlarla arkasına bile bakmadan, ağlayarak oradan uzaklaşıp gitti…
Mehmet o günden sonra bir daha Mihalis ile birlikte çalışmaya gitmedi. İşinden ayrıldı ve köyünde eskisi gibi tarlada çalışarak yaşamını sürdürmeye devam etti…
30 Ocak 1923 tarihinde Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan mübadele sözleşmesi gereği Anadolu’da yaşayan Rum kökenli Hıristiyan Ortodokslar Yunanistan’a, Yunanistan’da yaşayan Türk kökenli Müslümanlar Türkiye’ye zorunlu göç ettirileceklerdi. Din esaslı bu anlaşma ile insanlar doğdukları topraklardan istemeseler de ayrılacaklardı…
1923 yılının mayıs ayında İnebolu’da yaşayan tüm Rum kökenli Hıristiyan Ortodoks vatandaşlara evlerini boşaltmaları söylendi. Herkes şaşkındı, üzgündü ve çaresizdi. Doğdukları topraklardan, yüzyıllardır yaşadıkları yerden zorunlu olarak göç ettirileceklerdi.
Mihalis çaresiz şekilde bir gün belki geri döneriz umuduyla kalaycılık malzemelerini, evini, bahçesini, tarlalarını ve eşeğini İstanbul’dan gelen bir Rum tüccara yok pahasına satmıştı. Satın alan Rum tüccar geri geldiklerinde mallarını aynı paraya tekrar geri vereceğini söylemişti. İstanbul’da yaşayan Rumlar mübadele anlaşmasından muaf tutuldukları için Mihalis ona güvenmek ve inanmak zorundaydı. Yanlarına hiçbir eşya ve para alamayacakları için tüm varını yoğunu İstanbul’dan gelen Rum tüccara emanet etmişti…
Sabah tüm Rumların Yarbaşı Mevkii’nde toplanmaları gerektiği söylendi. O gece evlerinde son geceleriydi. Hep beraber uyumadan dua ediyorlar ve bir mucize olup doğdukları topraklarda kalmalarını diliyorlardı. O gece kiliselerde son defa çanlar çaldı ve dualar edildi. Gece boyunca kiliselerde çan sesleri hiç susmadı. Şehrin her yerinden çan sesleri duyuluyordu. Ağlama sesleri ve feryatlar Rumların yaşadığı mahalle ve köylerde yükseliyordu.
Sabah gün aymadan askerler Rumları evlerinin önünden toplamaya başladılar. Onları Yarbaşı Mevkii’ne götürecekler oradan da vapurlara bindirip Yunanistan’a gitmelerini sağlayacaklardı. Mihalis ve ailesi yanlarına hiçbir şey almadan kapının önüne çıktılar. Türk komşuları üzgün gözlerle onlara bakıyorlar fakat yanlarına gitmeleri ve konuşmaları yasak olduğu için bir şey yapamıyorlardı. Bir komşuları askerlerden izin alarak iki somun ekmek verdi. Yaşlı gözlerle uzaktan vedalaştılar komşularıyla…
Mihalis eşi, çocukları, annesi ve babasıyla evin önünde çaresizce beklemeye başladılar. Askerler kayıt tutarak aileleri evlerinin önünden topluyor ve ilerliyorlardı. Mihalis’in evinin önüne geldiler, tutanakla hepsini sıraya soktular. Mihalis’in seksen iki yaşındaki babası Lazaros askerlerden son defa evine girip dua etmek için izin istedi. Aslında bu yasaktı fakat yaşlı olduğu için askerler hemen girip çıkması şartıyla izin verdiler. Lazaros içeri girdi ve uzun süre dışarı çıkmadı. Askerler içeri girip baktıklarında Lazaros’un kendini eşeğin yularıyla astığını gördüler. Lazaros doğduğu topraklarda ölmek için ve sonsuza dek kalmak için intihar etmeyi seçmişti. İlk nefes almaya başladığı topraklarda son nefesini vermek istemişti. Artık Mihalis ve ailesinin acısına bir acı daha eklenmişti…
Mehmet İfigenia’nin gideceği haberini sabah tesadüfen köydekilerden öğrenmişti. Çünkü hep tarlasında çalıştığı için hiçbir şeyden haberi yoktu. Önce şaşkın ve üzgün vaziyette dondu kaldı. Ona mutlaka veda etmeliyim diyerek koşarak Yarbaşı Mevkii’ne gitti. Aksayan ayağıyla koşmaktan kan ter içinde kalmıştı. Neredeyse yarım saattir hiç durmadan koşuyordu. Son defa İfigenia’yı görmek istiyordu. Alanda mahşer kalabalığı vardı. Askerler alana kimsenin yaklaşmasına izin vermiyorlardı. Köy ve mahallelerden toplanan Rumlar üzgün gözlerle vapurlara binmeyi bekliyorlardı. Mehmet İfigenia’yı uzaktan da olsa son defa görmek için bir sağa bir sola koşturuyordu. Bir süre sonra uzaktan kalabalığın içinde İfigenia’yı gördü. Bağırarak sesini duyurmaya çalıştı. O kadar çok bağırıyordu ki neredeyse sesi kısılacaktı. Sonunda sesini duyurmayı başardı. İfigenia yaşlı gözlerle Mehmet’e bakıyor, Mehmet ise “Bizi ayırmayın, göndermeyin onları” diye bağırıyordu. Fakat onun bağırması hiçbir şeyi değiştirmeyecekti. İfigenia’nın gözlerinde yaşlar aktıkça Mehmet daha çok bağırıyordu. Mehmet son defa İfigenia’ya sarılmak istiyordu fakat askerler buna izin vermiyorlardı. Mihalis ve ailesi kayıklara bindirildiler. Kayıklar ile açıkta bekleyen vapurlara ulaşacaklardı. Kayık uzaklaştıkça Mehmet’in gözlerinden yaşlar akıyor ve çaresizce sadece “İfigenia İfigeniaaaa” diye bağırıyordu. İfigenia karadan uzaklaştıkça umutlarından, hayallerinden, sevdiği adamdan, doğduğu topraklardan, çocukluğunun geçtiği yerden de uzaklaşıyordu. Birbirlerine veda bile edemeden uzaklaştılar…
İnebolu’dan vapurla zorlu yolculuk sonrası Yunanistan’a ulaştılar. Yolda Mihalis’in annesi Simela yaşadığı acılara ve kötü şartlara daha fazla dayanamayarak hayatını kaybetmişti. Vapur öyle kalabalıktı ki nefes almak ve hareket etmek neredeyse imkânsızdı. İnsanlar yanlarına aldıkları ekmek, su ile idare ediyorlardı. Onlara hiçbir yiyecek, içecek verilmedi. Tuvalet ihtiyaçlarını çoğu zaman durdukları yerde gidermek zorundaydılar. Vapur içerisinde kokudan durulmuyordu. Zorlu şartlarda, çaresizce hiç bilmedikleri Yunanistan’a gidiyorlardı. Yolda yaşlı ve güçsüz olanların bir kısmı hayatlarını kaybettiler. Gemideki Yunan askerler cenazeleri denize attılar. O insanların bir mezarları dahi olmadı…
Mihalis ve ailesi Kavala yakınlarında bir köye yerleştirildiler. Köyde hep Anadolu’dan gelen mübadiller yaşamaktaydı. Mihalis Kavala’da tütün fabrikasında çalışmaya başladı. Yunan hükümeti daha önceki yaptıkları işe göre değil uygun gördüğü şekilde iş vermişti. Mecburdu tütün fabrikasında çalışmaya…
Yunanistan’da mübadiller Yunan halkı tarafından çok fazla dışlandılar ve hor görüldüler. Çünkü onlar Anadolu topraklarından gelmişlerdi ve Yunan değillerdi. Anadolu’dan gelenler Yunanca bilmedikleri için anlaşmakta zorlandılar. Zamanla Yunanistan’a ayak uydurdular. İlk olarak Yunanca öğrendiler. Yunan halkı istemese de zorunlu olarak onları kabul ettiler.
Mihalis’in kızı İfigenia kendisi gibi Ödemiş’ten gelen bir mübadille evlendi. Dört tane çocuğu oldu. Çocuklarına her fırsatta İnebolu’yu anlattı. Doğdukları, büyüdükleri toprakları onlara usanmadan, bıkmadan anlattı. İnebolu’ya bir daha hiç gidemeyeceklerini bilse de çocuklarına ata topraklarını anlatmayı ihmal etmedi.
Yıllar hızla geçmiş İfigenia da artık iyice yaşlanmıştı. Altı tane torunu olmuştu. Kız torunu Vasiliki nenesinin anlattığı İnebolu’yu dikkatle dinliyor her seferinde merakla sorular soruyordu. İfigenia’nın hiçbir torunu bu kadar ata toprağı İnebolu’yu merak etmiyor ve sormuyordu. Vasiliki’nin merakla ata toprağı İnebolu’yu sorması onun da çok hoşuna gidiyordu.
Torunu Vasiliki’ye İnebolu’da Mehmet’le yaşadığı imkânsız aşkı da her detayıyla anlattı. Vasiliki nenesinin anlattıklarından çok etkilenmişti. Adeta o günleri hayalinde yaşıyordu…
Kavala’da yaşadıkları köyde çok fazla nergis çiçeği yetişiyordu. Nergis nemli havayı sevdiği için buralarda da çoktu. İfigenia, nergis çiçeklerini her gördüğünde Mehmet’i hatırlıyordu. Nergis çiçeklerini kokladığında Mehmet’i gördüğü anlar aklına geliyor ve gözleri yaşlanıyordu. Vasiliki nenesine her fırsatta nergis çiçeği topluyor, ondan daha fazla anılarını anlatmasını istiyordu…
İfigenia on yedi yaşında ayrıldığı İnebolu’yu ömrü boyunca hiç unutamamıştı. Kim doğduğu, çocukluğunun geçtiği toprakları unutabilirdi ki? İfigenia 1991 yılında seksen beş yaşında Kavala’da bir hastane odasında memleketi İnebolu’yu sayıklayarak hayata veda etti…
Vasiliki 2002 yılının aralık ayında noel tatili için eşiyle birlikte İstanbul’a tatile geldiler. Daha önce hiç Türkiye’ye gelmemişti. Bir hafta kadar İstanbul’da kaldılar. Geri dönmeleri için son iki günleri kalmıştı, izinleri bitiyordu. Vasiliki akşam yemek yerken eşine İnebolu’ya da gitmek istediğini söyledi. “Buraya kadar geldik, ben atalarımın topraklarını da görmek istiyorum” dedi. Zamanlarının az olması ve İnebolu’nun uzak olması sebebiyle eşi pek yanaşmasa da ikna ederek o gece otelden ayrılarak arabayla İnebolu’ya gittiler.
Cumartesi günü sabah İnebolu’ya geldiklerinde çarşı çok kalabalıktı. Çünkü İnebolu’nun pazarıydı. Çok yorgunlardı ama bir an önce atalarının yaşadığı toprakları görüp hemen geri döneceklerdi. Önce yürüyerek pazaryerini gezdiler. Pazaryerinde yerde oturan beyaz örtülü, basma etekli kadınlar dikkatlerini çekmişti. Vasiliki onların fotoğraflarını çekiyor bir yandan da merakla etrafı izliyordu. Kadınların önlerinde sebze, meyveler bir de nergis çiçekleri vardı. Vasiliki çok şaşırmıştı. Nergis çiçeklerinin pazarda satılması çok garibine gitmişti. Pazarcı bir kadının yanına yaklaştı ve nenesinden öğrendiği bozuk Türkçesi ile kadına bunlar ne diye sordu. Pazarcı kadın “Ablasının bunlar Zellangadef” dedi yöresel ağzıyla. Önce söyleneni anlamadı ve tekrar sordu. “Zellangadef yani nergis çiçeği bunlar. Biz burada Zellangadef deriz.” dedi pazarcı kadın. Vasiliki bir tane satın almak istedi. Ne kadar diye sorduğunda pazarcı kadın ondan para almadı, “Siz yabancısınız anlaşılan, hediyem olsun” dedi. Vasiliki ne kadar ısrar etse de pazarcı kadın para almadı…
Erkistos’a nasıl gidileceğini bir taksiciden öğrendiler. Arabaları ile o kıvrımlı yollardan Erkistos’a doğru yol aldılar. Erkistos şimdiki adıyla Çavuşoğlu Mahallesiydi. Yeşilliğin bol olduğu Ibros’tan yeni adıyla Yeşilöz Köyü’nden geçtiler. Gördükleri manzaraya aşık olmuşlardı. Atalarının bu topraklarda yaşadıklarına inanamıyorlardı. Her taraf yemyeşildi, çok güzeldi…
Erkistos’a ulaştıklarında caminin önünde oturan insanlarla karşılaştılar. İnsanlar meraklı gözlerle Yunan plakalı arabaya ve içindekilere bakıyorlardı. Vasiliki “Merhaba” diyerek insanları selamladı. Yıllar önce atalarının bu topraklarda doğup büyüdüğünden ve burada yaşadıklarından bahsetti. ”Aslında bizlerde İneboluluyuz, aynı toprakların çocuklarıyız” dedi. İnsanlar önce tedirgin ve de şaşkınlıkla karşılasa da Vasiliki ve eşini bir evin bahçesine davet ettiler. Evin kadını ayranla birlikte sabah yaptığı gözlemeden ikram etti. Vasiliki atalarının yaşadığı evi tahmin etmeye, bulmaya çalışsa da yeterli bilgi olmadığı için kimse onlara yardımcı olamadı. Bazı tahminler yürütüldü ama doğruluğundan emin değillerdi.
Vasiliki ve eşi Erkistos’u yürüyerek gezdiler. Attıkları her adımda nenesi İfigenia’nın anlattığı her anıyı yüreğinde yaşıyordu…
Yürürken bir ev dikkatlerini çekti. Bu evi gördüğünde Vasiliki’nin içinde garip bir his oluşmuştu. Kısa duvardan evin bahçesine doğru baktılar. Evin bahçesi nergis çiçekleriyle doluydu. Nergis çiçeklerini görünce Vasiliki’nin gözleri dolmaya başladı. Belki de bu evdi onun atalarının yaşadığı yer. Belki de nenesinin anlattığı, yaşadığı ev burasıydı…
Evin kapısını çaldı, seslendi ama evde kimse yoktu. Komşulardan birisi ev sahiplerinin bugün pazarda olduklarını ve akşama ancak geleceklerini söyledi.
Akşam İstanbul’a geri dönmeleri gerekiyordu. İstanbul’dan sonra da Kavala’ya doğru uzun bir yolculuk onları bekliyordu. Bu nedenle çok vakitleri yoktu, bir an önce yola çıkmalılardı.
Vasiliki evin duvarından ve bahçe kapısından uzanarak bir avuç dolusu nergis çiçeği topladı. Nergis çiçeklerini toplarken içinin kıpır kıpır olmasını sağlayan bu evin atalarından kalma olduğunu düşünüyordu…
Vasiliki evin kapısına yanında taşıdığı nenesinden kalma el işlemeli mendili bağladı. Bir de kağıda bozuk Türkçe yazısıyla not yazıp mendile iliştirdi.
“ Merhaba,
Sizden izinsiz olarak nergis çiçeklerinizden topladım, lütfen beni affedin. Yıllar önce burası imkânsız bir aşka şahitlik etmiştir. Aşkı uğruna her şeyi göze alan cesur yürekli bir adam nergis çiçeklerini sevdiği kıza vermeye çalıştı ama o kız çiçekleri kabul etmedi. Kız ne kadar sevse de istese de bu imkânsız aşka karşı gelmek zorunda kaldı ve nergis çiçeklerini almayı reddetti. O kızın içinde hep bir uhde kaldı, acısını, sevgisini ölene dek içinde yaşadı. Giderken birbirlerine veda dahi edemediler. Yıllar önce nergis çiçeğini alamayan o kıza topladığım çiçekleri götürmek istiyorum. Size de o kızdan kalan bir hatıra olan mendili bırakıyorum. Bu mendili o imkânsız aşkın sahibi cesur yürekli Mehmet’e ulaştırınız.
Efharisto poli (Çok teşekkür ederim)
Vasiliki ”
Vasiliki Kavala’da nenesi İfigenia’nın mezarına Erkistos’taki evden topladığı nergis çiçeklerini götürdü. “Neneciğim sana doğduğun topraklardan selam ve nergis çiçeği getirdim. Mendilini de orada bıraktım, bellimi olur belki Mehmet’e ulaştırırlar. Çocukluğunun geçtiği, atalarımızın yaşadığı o topraklarda yürüdüm, senin yaşadığın acıları, mutlulukları orada hissettim.” diyerek gözyaşlarıyla ayrıldı.
Nergis çiçeği imkânsız aşkların, sevip de kavuşamayanların simgesidir. İnebolu’da nergis çiçekleri açtığında ve kokusunu duyduğunuzda İfigenia ile Mehmet’in imkânsız aşkını hatırlayınız…