Köyün birinde çobanın dünyalar güzeli bir kızı varmış; gündüz güneş gece ayı kıskandıracak, akan suları durduracak hatta tersine akıtacak kadar efsunlu bir güzellik... Bakanın bir daha bakamadığı, bakmaya kıyamadığı, dokunamadığı, ulaşamadığı kadar dillere destan bir muhteşem tabloyu andırırmış gülüşü...

Elbette böyle güzel bir kızın dillere destan aşkları, aşıkları, uzaktan uzağa yananları, uğruna adananları da vardır... Varmış da... Amma bu kıza bırakın ilişmek, yaklaşmak, adını anmak bir yana; hayalini kurmak bile yürek istermiş... Gündüze ve geceye nisbet yaparcasına özene bezene yaratılmış bu muhteşem kıza dair hiç bir kimse ağzını dahi açmıyormuş...

Gel zaman git zaman bu kız babasını, ardından anasını ve hayatta tek tutunacağı dai olan hayallerini de yitirdiğinde sanki bir ağaç gibi başka yerde yaşamasına engel salmış köklerinden sebep yıllarca yaş almaya, güzelliğine güzellik katmaya devam etmiş...

O kızın hikayesi bir yana...

Bizim kızın hikayesi aslında benim anlatmak istediğim... Çobanın kızı hayalleriyle birlikte samanyolunda kendi öyküsünü yazmaya devam ediyor... Bizim kızın hikayesi ise dillere destan mazisine rağmen her nedense milim ilerlemiyor... Üzerine serpilmiş ölü toprağını üflemeye kalkanın üflendiği, kaderini değiştirmeye yeltenenin baskılardan dolayı bolca yellendiği bizim kızı hepiniz tanıyorsunuz aslında... Masmavi etekleri ve yemyeşil entarisinin üzerinde altın gibi parlak saçlarıyla her yıl yaz sezonunda koşa koşa koynunda buluştuğumuz bizim kız... İnebolu...

Dillere destan güzel bir çoban kızı iken yaşlandıkça torun evlatları tarafından itelenen, ötelenen, hakettiği her tür iltifat ertelenen bu koca kız hasta... Hemde öyle böyle değil; inceler incesi, karalar karası bir hastalığın pençesinde kocakız... Umutsuzluk da denilen ve hala tedavisi bulunamayan evlerden, düşüncelerden, fikirlerden ırak olası hastalık... 

Ve artık yıllardır bu derde derman bulmak isteyen nice doktorlar, nice sevdalı koca yürekli adamlar küstürüldü ki evlatlarınca bu iflah olmaz hastalık her geçen gün kocakızımızı bir meçhule doğru sürüklüyor... Eteklerinde hırçın serenadlarla kıyılarını döven dalgalar şahittir ki; İnebolu ölüyor... Dağlarında kese kese kel oğlana döndürdüğümüz yeşil entarisi şahittir, altın sarısı parlak saçları her doğan gün şahit... İnebolu günden güne eriyor, can veriyor, gam veriyor... Her ne hikmetse ve nasıl bir garezse onun hatlağına deva bulsun diye her talip olduğuna inanılan her yaptığı operasyon ve girişimle katlediyor, harab ediyor, talan ediyor... 

Kurtuluş ve İstiklal'de koskoca karabahtı aydınlık yarınlara evirecek kara günlere güneş olan İnebolu, köleleşmiş, köhneleşmiş, örümcek bağlamış bir takım evlatlarınca hançerleniyor... Evlatları gözleri önünde eriyip giden ve dahası sonunu ayan beyan gören evlatlarınca göz göre göre ölüme giderken; sanki binlerce yıllık bir tarihin kinini ve hırsını kusar gibi, bir karacellatın hışmından korkup susar gibi bu sona elindeki kadehten beynini içen bir bağımlı gibi kör seyirci kalıyor... Kocakızın çığlıklarına tercüman olan Karadeniz de, gözyaşlarına bağır olan sırtını yasladığı yemyeşil dağlar ve saçlarını rüzgarına teslim ettiği mağrur ama makus havalar da şahit... Ama evlatları suskun, çaresiz ve umutsuz...

Ekmeğini yedikleri, suyunu içtikleri, havasını teneffüs ettikleri İnebolu'ya sırf "küçük olsun bizim olsun" diyenlere sesini çıkarmayıp boynunu bükerek en büyük esarete, köleliğe ve köhneleşmeye çanaklık, yardım ve yataklık ettiklerinin farkında olmayan uzak yakın evlatlarının bu vefasızlığı ve hayırsızlığının bedduası omuzlarında yaşayıp gidiyor evlatları...

Sadece öldüklerinde mezar kuyularını açtırdıkları, babalarına, dedelerine ve ecdatlarına da mezar olan İnebolu'yu koca bir mezar haline çevirdiler de kimsenin ruhu da duymadı, uyarana da kimse uymadı... Bayramdan bayrama eli öpülmeye gidilen ve sahte "hayırlı evlat" pozlarında kendi ruhlarının mastürbasyonunu yapan godaman sonradan görme evlatlar gibiydi herkes... Bayram seyran bittiğinde aramayan sormayan, hatırlamayan... Zaman şahit!

(devam edecek)

- - - -